Bir sabah erken saatlerde, New York’un kalabalık sokaklarında yürürken Jane, hayatının en büyük macerasına atılmak üzere olduğunun farkındaydı. Üniversiteden mezun olur olmaz, uzun zamandır hayalini kurduğu film yapımcılığı şirketinde asistan olarak işe başlamıştı. Ancak, bu kariyer yolculuğu onun düşündüğünden çok daha zorlu ve karmaşık bir hal alacaktı. İlk iş gününde, bir asistanın sadece kahve yapıp fotokopi çekmekle kalmadığını, aynı zamanda patronunun seyahat planlarını organize etmek ve her an çalan telefonlara cevap vermek zorunda olduğunu öğrenmişti. Ofisteki erkek meslektaşlarının küçümseyici tavırları ve iş yerindeki adaletsizlikler, Jane’in hayallerini sarsmaya yetmişti. Ancak bu zorluklar onu pes ettirmek yerine daha da hırslı bir hale getirdi. İş dünyasının kirli yüzünü keşfettiği her an, içindeki adalet duygusu güçleniyor, gücü elinde bulunduranların karanlık ilişkileri karşısında daha dirençli hale geliyordu. Jane, artık sadece bir asistan değil, aynı zamanda kendi yolunu çizecek, kendi adalet anlayışını oluşturacak bir savaşçıydı. Bu yeni mücadele, onun için bambaşka bir kapıyı aralamıştı.